• Kitap Sunuşu: Bireysel İş İlişkileri Açısından Türkiye İşçi Hukuku

    Editör

     

    ../Ekran%20Resmi%202021-11-26%2013.32.56.png 

    img2 

     

    Bireysel İş İlişkileri Açısından

    Türkiye İşçi Hukuku

    (2 Cilt Takım)

    Dr. Murat Özveri

    1. Baskı, Aralık 2023

     

    Yukdovuma, Kaya Güvercinime minnetle...

    “Senin bütün hayatına yetecek bir söz söylesem,

    Seni bu söze inandırsam, kendimi yatıştırsam;

    Sussam…”

    Şükrü Erbaş

    Bu kitabın tüm gelirleri  Emine Ceren Özveri Vakfı’na (Cerenler Vakfı) bağışlanmıştır. Emine Ceren Özveri Vakfı (Cerenler Vakfı) 2022 yılında kurulmuştur. Kuruluş amacı, öğrenim yaşamını yetersiz maddi koşullar nedeniyle sürdürmekte zorlanan öğrencilere burs vererek destek olmak, olanakları çerçevesinde onların öğrenim yaşamını kolaylaştırmaktır. Vakıf amacını şu sözlerle dile getirmektedir:

    “Vakfımızın ismini aldığı Emine Ceren Özveri, kısacık yaşamında bizlere, insan yaşamının küçük dokunuşlar ve karşılıksız dayanışmayla anlamlı olabileceğini göstermiştir. İstedik ki biz de onun gösterdiği hedefe onun ismiyle yürüyelim.

    Küçük dereleri birleştirip, etrafına yeşillikler sunan bir ırmak gibi akmak istiyoruz. Başaramazsak ırmağa akan küçük bir dere olmaya da razıyız. Nefesimiz, gücümüz yettiğince var olmaya çalışacağız. Cerenimizin dokunduğu, dokunmak istediği güzel insanların dayanışma duygularına duyduğumuz inanç gelecekten umutlanmamızın kaynağıdır.

    Cerenler Vakfı’na başvuran kim olursa olsun bizim için Ceren’dir. Cinsiyeti, doğduğu yer, etnik kimliği, dini inancı, siyasi görüşü ne olursa olsun ilan ettiğimiz koşulları taşıyan herkese ulaşmaya çalışmak temel hedefimizdir. Sınırlı olanaklarımız nedeniyle ister istemez başvuranlar arasında bir seçim yapılacaktır. Bu seçimde temel ölçüt en fazla dayanışmaya gereksinimi olanları saptamak ve onlara ulaşmaktır.

    Verdiğimiz burslar karşılıksızdır. Burs alan öğrencilerimizin vakfa dönük bugün ya da ileride herhangi bir maddi yükümlülüğü söz konusu değildir. Bizimle birlikte yürümek isteyen herkese teşekkür ederiz.

    Emine Ceren Özveri Eğitim ve Dayanışma Vakfı

    (Cerenler Vakfı) Yönetim Kurulu”

    www.cerenlervakfi.org.tr

    cerenlervakfi@gmail.com


    SUNUŞ VE TEŞEKKÜR

    Uzun, yoğun bir çalışma ve yazım sürecinin sonunda, elinizdeki kitabın oluşumuna katkıda bulunan dost ve meslektaşlarıma teşekkür etmek herhalde işin en zevkli yanıdır. Başlangıçtan itibaren çalışmanın değişik bölümlerini okuyup değerlendirerek, eleştirileriyle katkıda bulunan Prof. Dr. Ahmet Makal, Prof. Dr. Aziz Çelik, Av. Ahmet Akkuş, Av. Hacer Tuna Eşitgen, Av. Necla Acar ve duayen işçi eğitimcisi Erkan Aslan’ın isimlerini anmaktan mutluluk duyuyor ve kendilerine teşekkür ediyorum. Çalışmada savunulan görüşlerden, eksikliklerden ve hatalardan ise doğallıkla ben sorumluyum. Eğer Aliye Uçar Dere’nin bu kadar emeği görünür kılan özverili çalışması ve özenli editörlüğü olmasaydı, kitabın bu hâliyle okuyucuya ulaşması mümkün olamayacaktı; emekleri için kendisine teşekkür etmek benim için bir zevk olmaktadır.

    İki yılı aşkın bir süre boyunca her telefonumda bana zaman ayırıp görüşlerini paylaşan dostum Prof. Dr. Ömer Ekmekçi’ye, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi Üyesi dostum Bektaş Kar’a, 9. Hukuk Dairesi Üyesi dostum Şahin Çil’e; ısrarlı soruları, inatçı savunularıyla hep yanımda olan Av. İrfan Taşkın’a, ihtiyacım olduğu anda yanımda olan genç sendika uzmanları Tahsin Utku Özveri’ye ve Mine Dilan Kıran’a da içten teşekkürlerimi sunuyorum. Çalışmanın yazım sürecinde günlük hukuki işlerimi büyük bir titizlikle üstlenen Av. Naciye Akkuş’a, Av. Ahmet Akkuş’a, Av. Funda Özveri Erol’a, Av. Ziya Taşçı’ya, Av. Rabiya Özler’e, onlarca kitabı anında bulup önüme koyan Güler Zeybek’e ve Betül Kulaksız’a teşekkür etmek de benim için ödenmesi zevkli bir borçtur. Gönül Göner ve Canan Arslan’a baskı hazırlık sürecindeki katkıları nedeniyle çok teşekkür ediyorum.

    Son, ama en büyük teşekkürüm ise sevgili eşim, meslektaşım, yoldaşım Nezaket Yüksel Özveri’ye. İki yıl boyunca tüm zamanımı bu çalışmaya hasretmeme katlanan Nezaket, sürecin duygusal yükünü anbean paylaştı. Ona ve Özveri ailesinin tüm gençlerine minnettarım.

    Dr. Murat Özveri

    Eylül 2023, İzmit


    ÖNDEYİŞ

    Dr. Murat Özveri’nin Türk sosyal politika / iş hukuku yazınlarına önemli katkılarda bulunan, birçok yenilik getiren; bu özellikleriyle de değerli ve öncü bir çalışma olma niteliğini taşıyan “Türkiye İşçi Hukuku” başlıklı devasa çalışmasını heyecanla karşılıyorum. Çalışmanın özü ve temel yaklaşımı, daha kitabın başlığından bellidir; iş hukuku değil, işçi hukuku… Böylece iş hukukunun temel ilkesi olan “işçinin korunması” ilkesi daha kitabın kapağı açılmadan öne çıkmakta, kitap “İşçi Hukuku” adıyla bu ilkeyi yaklaşımının merkezine koymuş olmaktadır.

    Dr. Özveri’nin çalışmasının getirdiği yenilik ve katkılardan biri ve belki de en önemlisi, ancak sosyal bilimler alanında son dönemlerde yaşanan en önemli tartışmalardan birine atıfla anlaşılabilir. Bu tartışmalarda, farklı sosyal bilimler arasındaki ilişkilerin önemi konu yapılmakta ve sosyal bilimlerin birbirlerine daha çok açılmalarının gerekirliğine işaret edilmektedir. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, çalışma yaşamının ve işçi-işveren ilişkisinin çok boyutluluğu, bu alanda da disiplinlerarası yaklaşımın önemini artırmaktadır. Çalışma yaşamı, konunun iktisadî, siyasî, sosyolojik, psikolojik, hukuksal vb. boyutları olmaksızın hakkıyla kavranıp incelenemez. Bu boyutlardan birini diğerlerinden soyutlayarak ele almanın, çözümlemeleri sınırlandıracağı açıktır. Ülkemizde işçi-işveren ilişkilerinin genellikle böyle bir çok boyutluluk içinde ele alındığını söylemek zordur ve iş hukuku da bu eksiklikten muzdariptir. İş hukuku kitaplarının pek çoğunda, hukukun sosyal altyapısı büyük ölçüde ihmal edilmekte, böylece iş hukuku da, sosyal içeriğinden büyük ölçüde yoksun kalarak, analitik değerini bir ölçüde yitirmiş olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Dr. Murat Özveri’nin çalışmasının, Türk iş hukuku yazınında bir ilk olduğu rahatlıkla söylenebilir. Eserde, 1936’dan günümüze Türk İş Hukuku, kendisini çevreleyen iktisadî-siyasî-sosyal gelişmelerle karşılıklı etkileşimi içerisinde ele alınmaktadır. Kabul gördüğü üzere, bilimsel faaliyetin amacı sadece olguları ortaya koymak değil, onları ortaya çıkaran nedenleri açıklamaksa; ancak böyle bir yaklaşımladır ki Türkiye’de iş hukukunun gelişim sürecini nedenleriyle birlikte ortaya koymak mümkün olabilecektir. Bu bağlamda, Dr. Özveri’nin eserini “öncü” bir çalışma olarak nitelemek mümkündür ve gönül arzu eder ki, açılan bu yoldan gelecekte de genç hukukçular geçerek yeni eserler versinler ve iş hukukunu esas olarak sosyal boyutlarıyla ele alan yeni bir ekol gelişme olanağını bulsun.

    İkinci olarak, eser tarihsel boyutu itibarıyla önemlidir. Tarihi, büyük tarihçi E. H. Carr’ın izinden giderek; bugünle geçmiş arasında hiç bitmeyen bir etkileşim, bugünün ışığında geçmişi, geçmişin ışığında bugünü anlamaya çalışma çabası olarak değerlendirirsek, günümüzün geçmişten geçmişin ise bugünden soyutlanmış olarak anlaşılamayacağı âşikârdır. Türkiye’de iş hukukunu tarihsel boyutta ele alan çalışmaların yok denecek kadar az olması, Dr. Özveri’nin gelişmeleri 1936’dan günümüze ele alan çalışmasını, bu boyutta da değerli kılmaktadır.

    Dr. Özveri’nin çalışması üçüncü olarak, bilimsel faaliyette teori ile pratiğin birlikteliği bağlamında değerlendirilmelidir. Özveri’nin çalışmasında büyük bir güçle hissedilen özellik, hukuk kuramı ile hukuk pratiği arasındaki birbirine kenetlenmiş birlikteliktir. Çok uzun yıllardır araştırmacı, öğretim görevlisi ve dergi editörü olarak iş hukukunun içinde olan Özveri, avukat olarak da bizatihi iş hukuku uygulamalarının ve davalarının içindedir. Eserde, Özveri’nin geniş saha deneyiminin izlerini ve bunların yazarın kişisel hukuk prizmasından geçerek çözümlemelere yansımasını görmemek mümkün değildir. Kuramdan yaşama, yaşamdan tekrar kurama uzanan bu birliktelik, eserin temel özelliklerinden biri olmaktadır.

    Yazım sürecinde harcanan insanüstü emeğe şahit olduğum bu çalışmadan dolayı Dr. Özveri’yi içtenlikle kutluyorum. Umarım ki eser gerek akademik camiada, gerekse sendikal dünyada hak ettiği ilgiyi görür ve yeterince tartışılır. Sadece iş hukuku alanında değil, sosyal politika alanında çalışan araştırmacılara da faydalı olacağını düşündüğüm eserin, alana ilişkin yeni çalışmalar yapılmasına da yol açmasını diliyorum.

    İnsanüstü bir emekle ortaya çıkarılan bu eserin ardında, bir iş hukukçusunun alanına yönelik ilgi ve bilgisi yanında, bir babanın genç yaşta kaybettiği kızına duyduğu sevgi ve özlem de yatmaktadır ki, bu konuda sözcükler yetersiz kalır. Sevgili Ceren Özveri’nin anısına lâyık bir eserin ortaya çıkmış olması ve kitabın başka Cerenler’in eğitim süreçlerine katkı sağlayacak olması, onu tanıyan ve sevenlerin gönüllerinde belki de küçücük bir teselli olacaktır.

    Prof. Dr. Ahmet Makal

    A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi


    “Her kim ki teorisiz pratik tutkunudur, o, dümeni ve pusulası olmayan bir gemiyle yol alan ve asla nereye gittiğini bilmeyen bir denizci gibidir.”

    Leonardo da Vinci

    BİR FİKRE, BİR KİTABA BİR ÖMÜR VERMEK

    Bir fikre bir ömür veren insanlar vardır. Dostum, yol arkadaşım Murat Özveri onlardandır. Murat elinizdeki kitaba ömrünün on yıllarını vermiştir. Bu kitap Murat’ın yetişkin ömrünün bir müktesebatı, bir Murat Özveri külliyatıdır.

    Yazım ve birikim sürecine yakından tanık olduğum Murat Özveri’nin Türkiye İşçi Hukuku kitabı ülkemiz iş hukuku yazını açısından bir dönüm noktasıdır. “Yazım ve birikim süreci” diyorum çünkü bu kitabı Murat yaklaşık iki yılda kaleme aldı ama bu kitabın ardındaki fikre ve kitabın kendisine on yıllar verdi. Yazım süreci de tıpkı birikim süreci gibi meşakkatli ve insanüstü bir çabaya dayalıydı. İş hukuku alanında ana akım dışı, eleştirel ve zülfüyâre dokunan bir kitap yazılması gerekiyordu. Bunu Murat yapabilirdi ve dizginsiz bir sabırla, oya gibi işleyerek yaptı.

    Bazı kitaplar bilgi yüklüdür, sizi bilgilendirir, donatır ama ruhu eksiktir. Bazı kitaplarınsa ruhu vardır. Elinizdeki kitabın bir ruhu var. Elbette akılla, bilgiyle yazıldı ama Murat bu kitaba yüreğini de koydu. Bir yoldaşın, bir dostun kitabına yazılan özsözün öznel olduğu düşünülebilir. Elbette öznel! Öznel olduğu için bunca detaya, nüansa vakıfım. Ama yazdıklarımın Murat ve kitabı için yazılabileceklerin çok azı olduğunu baştan söylemeliyim.

    Murat kitaba önsöz yazmamı istediğinde heyecanlandım, onurlandım ama doğrusu bir o kadar da ürktüm. En başta iş hukukçusu değildim. Bir sosyal politikacı, devasa bir hukuk kitabına önsöz yazabilir miydi? Ardından Murat’ın bu kitapta benimsediği yaklaşımın akademide eksikliğini yıllardır çeken bir sosyal politikacı olarak önsözü yazmaya karar verdim. Pek çok sosyal bilim alanının kesiştiği ve bu alanlardan beslenen sosyal politikanın kuşkusuz hukukla bağı çok daha derin. İşçi hakları (hukuku) olmadan sosyal politikadan söz edilebilir miydi? Bu nedenle bilim alanlarının birbirinden su sızdırmaz duvarlarla ayrılması yaklaşımıyla, bir tür alan fetişizmi ile hesaplaşmak gerekiyordu. Murat elinizde tuttuğunuz kitabında bunu yapıyor. Tarihten, edebiyattan, iktisattan, siyaset biliminden, sosyolojiden beslenerek işçinin hukukunu anlatıyor.

    İş hukuku alanında çok sayıda kapsamlı kitap, ana akım kitap olduğu malum. Bu kitapların birçoğundan çok faydalandım ve faydalanmaya da devam ediyorum. Bunca iş hukuku kitabı varken Murat bu kitabı niye yazdı? Ben dahil pek çok kişi neden ısrarla Murat’ın bu kitabı yazmasını istedik. İlk neden kitabın adı, işçinin hukukunun yazılması gerekiyordu. İkinci nedenim, uzun bir sendikal deneyimden sonra çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri alanında akademik çalışmalara başladığımda fark ettiğim sorunlardan biri, alanın ders kitaplarının pek çoğunun toplumsal gerçeklerden hayli uzak olmasıydı. Kuşkusuz bilim soyutlama, kavramsallaştırma ve genelleme demek. İtirazım elbette buna değil. Ancak çalışma yaşamının gerçeklerinden, çelişkilerinden ve çatışmalarından uzak, teknisizmle malul ve nötr bir yaklaşımla kaleme alınmış çalışmalardan söz ediyorum. Örneğin iktisada giriş ve çalışma ekonomisi kitaplarında yer alan ve hâlâ anlamakta zorlandığım ana akım klişeler: “Kayıtsızlık eğrileri” veya “her arzın kendi talebini” yaratacağı itikadı. Madem her arz kendi talebini yaratıyor o halde neden işgücü arzı kendi talebini yaratmıyordu ve neden insanlar işsizdi? Benzer bir durum çalışma hukuku kitapları için de söz konusuydu. İş hukuku kitaplarının önemli bir bölümünün norm anlatımının ve norm yorumunun teknisizmle sınırlı olduğunu söylemek haksızlık olmasa gerek. Üstelik bu normatif anlatım sıklıkla nötr bir yaklaşımla da malul. Benim Murat’a ısrarımın ardındaki motif bu normatif ve nötr yaklaşımın eleştirisine olan ihtiyaçtı.

    Kuşkusuz bu sadece ders kitaplarıyla sınırlı bir sorun değil, iş hukuku uygulaması ve yargılaması da sıklıkla bu yaklaşımla maluldü. Bir kural neden öyleydi? Kuralın arkasında hangi tarihsel ve toplumsal gerçekler vardı? İş hukuku kitaplarında tarihselliği ve toplumsallığı bulamamak en çok hissettiğim eksiklikti. Bu olmaksızın hukuk bir normlar silsilesine ve hiyerarşisine dönüşüyordu.

    Bu sorunun farkında olan Murat’ın kitabı da çalışma hukukunda ayırt edici bir kitap olacak. Öncelikle bu kitap teknisizmle malul değil. Hukuku güç ilişkileri, tarihsel ve toplumsal bağlam içinde ele alıyor. Hukukun soyut ve teknik bir kurallar bütünü olmadığını, hukukun bir felsefesi, dahası bir ekonomi politiği olduğunu ortaya koyuyor. Sözünü sakınmayan ve iş hukukunun tarihsel ve toplumsal temellerine dayanan, tepetaklak edilmeye çalışan iş hukukunu ayakları üstüne oturtmayı hedefleyen bir kitap. Bu kitap “makbul” iş hukuka zihniyetine karşı eleştirel iş hukukunun sesidir.

    Murat bu kitapla eleştirel bir iş hukuku kitabı gereksinimini karşılamış oluyor. Ana akım iş hukuku kitaplarının önemini ve değerini teslim ederek onların ötesine geçilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Murat’ın kitabında patronların, işçilerin, politikacıların ve yargıçların uygulamada neden böyle davrandıklarının arka planını anlıyoruz. Hukuk (özellikle de çalışma hukuku) güç ilişkilerini, sınıfları, toplumsal çelişkileri, çatışmaları ve onların nedenlerini kavramadan anlaşılamaz.

    Murat’ın kitabında sadece iş hukukunun teknik taraflarını değil canlı-kanlı yaşayan işçileri ve patronları, yani sınıfları görüyoruz. Her iki sınıfın da davranışlarının izahını görüyoruz. Patronlar veya işçiler kişisel olarak açgözlü, kurnaz, zayıf, kahraman veya merhametli oldukları için değil, iktisadi ve sosyal çıkarları, çıkar çatışmaları yüzünden öyle tavır alıyorlar. Bunu şöyle anlatayım: Bilindiği gibi piyasacılığın ve liberalizmin özlü ifadesi olan ve Laissez faire, Laissez passer (Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) ile görünmez el şeklinde ifade edilen yaklaşım bütün bireylerin kendi çıkarlarını maksimize etmesinin toplumsal çıkar için en iyiye yol açacağını savunur. Ancak unuttukları husus, piyasanın genel yararı değil tekil yararı önceleyeceği, piyasanın bir kamusal aklı olmadığı ve bu yüzden büyük toplumsal felaketlere yol açtığıdır. Aynı durum çalışma hukuku alanında da söz konusudur. Eleştirel bir iş hukuku kitabı yazma gereği tam da burada karşımıza çıkmaktadır.

    Murat ana akım dışı ve eleştirel bir çalışma hukukçusu olarak yıllardır sahada, mutfakta. İşçi hukukunun çarpıcı örneklerini yıllar önce Selüloz-İş Sendikası dergisinde “İşçi Recep” köşesinde yazdı. Çalışma hayatının hukuksal sorunlarını yaklaşık 20 yıldır yayın yönetmenliğini yaptığı, Murat ile özdeşleşen, ülkemiz sosyal politikasının önemli akademik mecralarından biri olan Çalışma ve Toplum’da, “Adaletin İş Yüzü” adını verdiği Evrensel’deki köşesinde anlatıyor. Kitaplarıyla, makaleleriyle, eğitimleriyle anlatıyor. Bence Murat’ın ana akım iş hukukuyla hesaplaşmasının en kritik anı 5 Nisan kararlarının (1994) ardından kamu işçilerinin toplu iş sözleşmesiyle kararlaştırılmış 4. ve 5. dilim ücret zamlarının ödenmemesi ve faizsiz ertelenmesinin ardından başlattığı ve daha sonra İşçiler ve Bir Hukuk Devleti Masalı[1] kitabında anlattığı büyük hukuk mücadelesidir. Bağıtlanmış toplu iş sözleşmelerinin hükümet ve Türk-İş eliyle işçi aleyhine değiştirilmesine karşı “mini minnacık sendika” olarak adlandırdığı Selüloz-İş adına giriştiği hukuk mücadelesi ana akım öğretiyle, ana akım iş hukuku uygulamasıyla ve makbul sendikacılıkla esaslı bir hesaplaşmadır. İşçiler ve Bir Hukuk Devleti Masalı ile başlayan “makbul iş hukukuyla” hesaplaşma, 2012 yılında tamamladığı ve aynı yıl Prof. Dr. Cahit Talas Sosyal Politika Ödülü alan doktora tezi “Türkiye’de Toplu İş Sözleşmesi Yetki Sistemi ve Sendikasızlaştırma (1963-2009)”[2] ile devam etti, şimdi de bu kapsamlı Türkiye İşçi Hukuku ile doğal sonucuna ulaşıyor.

    Elinizdeki kitap işçi haklarının savunulması için yazılmış sayısız dava dilekçesinden, kazanılmış veya kaybedilmiş sayısız davadan, emsal kabul edilenlerin yanı sıra ibretlik sayılabilecek kararlardan süzülerek ortaya çıkmıştır.

    Murat, iş hukukunun bir işletme/işveren hukukuna dönüşmesinin ve esnekleşmenin teorik temellerini ortaya koymaya çalışan ve Profesör Marco Biagi’nin derlediği İş Yaratma ve İş Hukuku - Korumadan Öngörülü Eyleme[3] kitabı MESS tarafından Türkçede yayımlandığından bu yana bu kitapla ve bu kitabın ana fikriyle her alanda mücadele etti, ediyor. 2003 yılında 4857 Sayılı İş Kanunu’nun hazırlık sürecinde yasanın esnek ve güvencesiz çalışma biçimleri yaratacağı eleştirisini en çok yapanlardan biri Murat oldu. Yazılarında, konuşmalarında iş hukukunun işçiyi koruma işlevinin ortadan kaldırılmasına yönelik çeşitli girişimlere karşı hukuk alanında ve hukuki donanımla mücadele etti, ediyor.

    Murat iş hukuku öğretisi ve uygulaması alanında verdiği mücadele yanında sahada da hep işçilerin yanında yer aldı. Uzun soluklu SEKA direnişinden pek çok işçi eylemine kadar Murat suya sabuna dokunan aktivist bir hukukçu olarak işçilerle omuz omuza oldu. Murat Özveri aynı zamanda Şinasi Yeldan[4], Ertuğrul Sakaoğlu[5] gibi zalimin sofrasına oturmamış, zalimin kılıcını çalmamış, muhannete minnet etmemiş İzmit’in işçi avukatı kuşağının son temsilcisidir. Dolayısıyla eleştirel bir iş hukuku kitabını Murat yazmalıydı.

    İş ve sosyal güvenlik alanının en önemli sorunlarından biri eleştirel ve ana akım dışı kapsamlı bir temel kitabın yokluğudur. Bu kitap bireysel iş hukuku (işçi hukuku) alanında bu boşluğu doldurmaya adaydır. İş hukukunun “anaakımlılaşması” ciddi ve baş edilmesi gereken bir sorundur. Çünkü iş hukuku ana akım hukuk öğretisinden temel farklara sahiptir; tarafların formel eşitliği ve sözleşme hürriyeti ilkeleri yerine çalışma ilişkisinde güçsüz olanın korunması (dahası esas alınması) yaklaşımına dayanır. İş hukuku, işte bu yüzden de aslında kitabın adında olduğu gibi işçiye özgü bir hukuk dalıdır, işçinin hukukudur. Kuşkusuz burada işçi ile kastın iş sözleşmesiyle çalışma, bağımlı çalışma olduğu açıktır. Murat’ın da benim de işçi eğitimlerinde özellikle beyaz yakalı işçilere anlatmakta en çok zorlandığımız hususlardan biri onların işçi olduğu gerçeğiydi.

    Öğretinin ve uygulamanın -elbette tümüyle değil- hayli büyük bölümünün teknisizmle malul olduğunu belirtmiştim. Mevzuatın lafzı, norm veya uygulama örneklerinin bilinmesi maalesef hukukçu olmak için ve hukukun üstünlüğü için yeterli olmuyor. Bunun acı sonuçlarını 2020’ler Türkiye’sinin yargı uygulamasıyla bizzat yaşıyoruz. Bir normun hangi tarihsel ve toplumsal koşulların ürünü olduğu bilinmeden o norm anlaşılamaz. Norm hangi gerilim, mücadele ve çatışmanın ürünüdür? Nasıl bir siyasal ve toplumsal dengenin ürünüdür? Arka planında yatan toplumsal koşullar nedir bilinmeden norm anlaşılamaz. Oysa teknisizm (bir başka boyutuyla ampirizm) dediğimiz ve sosyal bilimlerin büyük bölümünü kemiren illet tarihsel ve toplumsal bağlam olmadan, ontoloji ve metodoloji olmadan bilimsel çalışma olabileceğini varsayar. Ontoloji demişken, iş hukuku alanında ontolojik tavrınız net olmadan bilim üretmek mümkün mü? İşçinin hukukuyla işletmeyi/ işvereni korumayı bağdaştırmak mümkün mü? Mesele emek-sermaye çelişkisi olunca Murat’ın, Dünyayı Sarsan On Gün’de bir aydınla tartışan askerin tutumu kadar nettir tavrı: “İki sınıf var, emek ve sermaye.”[6]

    Hezarfen Leonardo da Vinci beş yüz yıl önce “Her kim ki teorisiz pratik tutkunudur, o, dümeni ve pusulası olmayan bir gemiyle yol alan ve asla nereye gittiğini bilmeyen bir denizci gibidir” diyor. Belki de bu söze en çok hukukçular ve özellikle de iş hukukçuları kulak vermeli. Ve o teorisiz pratik tutkunu denizcinin “Trabzon’unu kaybetme” tehlikesi büyüktür. Perdere la trebisonda İtalyanca “Trabzon’u kaybetmek” anlamına geliyor. Umberto Eco’ya göre Trabzon’u kaybetmek İtalyancada kontrolü kaybetmek, kafa karışıklığı ve yönünü şaşırmak anlamına gelen bir ifadedir. Bunun kökeni, Karadeniz’deki Trabzon şehrinin, antik çağlarda Avrupa ile Orta Doğu rotasında seyahat eden tüm denizciler için bir tür deniz feneri olması olabilir. Umberto Eco’ya göre Trabzon, yönünü, pusulasını veya kuzey rüzgârını kaybeden gemiler için görsel bir referans noktası oluşturuyordu.[7] Murat’ın kitabı çalışma hukuku alanında Trabzon’un kaybedilmesine karşı ciddi bir uyarı, bir pusula ve deniz feneri niteliğinde.

    Teori, yöntem ve kavram olmadan sosyal bilim olmaz. Ontolojiniz, kullandığınız metodoloji sosyal bilim alanında çalışmanızı doğrudan etkiler. Akademik bilginin yansız olması gerektiği iddiası hayli yanlı bir iddiadır. Sosyal bilimler steril bir ortamda, laboratuvar koşullarında üretilemez. Sosyal bilimci sosyal olguları doğadaki şeyler gibi ele alamaz. Sosyal bilimcinin kendisi sosyal ilişkilerin bir parçasıdır. Sosyal olgular ise sosyal gerçeklerin, çatışmaların, eşitsizliklerin ürünüdür. Sosyal bilimlere tarafsızlık addetmek pozitivist bir illettir. Sosyal bilimcinin nesnel olması yani tahrifattan kaçınması şarttır ancak tarafsız (nötr) olamaz. Öte yandan sosyal olguların herkese göre farklı olabileceği yaklaşımı da (yorumsamacılık) bir o kadar sorunludur. Kuşkusuz olgular çok farklı görünümlerle karşımıza çıkar. Marx’ın vurguladığı gibi olguların görünüşleriyle özleri aynı olsaydı her türlü bilim gereksiz olurdu. Bilim insanının özellikle de sosyal bilimcinin yapması gereken görünüşle öz arasında farkı anlamak ve yorumlamak; olguların, görünümlerin arkasındaki sebepleri anlamak, nedensellik ilişkisi kurmak ve nedenler arasında bir sıralama yapmaktır. Sosyal bilimlerde eleştirel yaklaşım budur. Eleştirel yaklaşım iş hukuku alanında da elzemdir.

    Sosyal bilimci bir teoriye, kurama yaslanmazsa bir çuval bilgi yığınıyla yüz yüze kalır. Kuram/teori onca bilgi yığınını düzene sokar, tasnif eder, anlaşılır kılar ve anlamlı bir soyutlama yapmanızı sağlar. İşverenlerin kâr maksimizasyonu amacıyla yüzlere farklı teknik ve uygulama kullandığını biliyoruz. Sayısız işten çıkarma gerekçesi kullanırlar. Yine sayısız sendikasızlaştırma (union busting) tekniği olduğunu da bilmekle birlikte bu tekil örnekleri bir araya getirip anlamlı bir tema altında birleştirmek ancak teoriyle mümkündür. Teknisizm, sosyal bilimlerde genelleme ve soyutlamayı önemsizleştirerek kuramsal bir bütünlük ve tavrı engeller. Bir dava dosyasına bakan yargıç veya bilirkişi veya bir yargı kararını inceleyen bir akademisyen salt teknik hukuk içinde kaldığı sürece sınırları bellidir. Steril, yansız, suya sabuna dokunmayan sosyal bilim olmaz.

    Kanunun lafzıyla sınırlı yaklaşım teknisist yaklaşımdır. Günümüz ana akım iş hukukunun en önemli maluliyeti budur. İş hukuku alanı bir teknik hukuk alanı olarak görülürse oldukça mümbit bir alandır! İhtilaf çoktur, dava çoktur, bilirkişi çoktur, çok sayıda mütalaa yazma ve para kazanma imkânı vardır. Sadece teknik bir iş olarak bakılırsa iş hukukunun getirisi çoktur. Ancak bu işlerin hiçbirisi yansız ve teknik değildir. İşverenlerin ve bir kısım öğretinin (doktrinin) pek sevdiği iddia, iş yargılamasının genellikle işçiden yana olduğu şeklindedir. Oysa Murat’ı çileden çıkaran ve basit bir akıl yürütmeyle bile saçma oldukları anlaşılacak çeşitli düzeydeki işçi aleyhine yargı kararlarından kitapta bolca örnek göreceksiniz. Dahası, adalete erişim konusunda bile eşitlikten söz etmek hayli zordur. Murat’ın sık sık ve çarpıcı örneklerle ortaya koyduğu adalete erişimin (iş yargılamasının) hali çalışma hukukunun bir başka kanayan yarasıdır.

    Kuralın varlığı yeterli değildir, adil ve etkin bir yargılama ve adalete erişim yoksa kural işe yaramaz. Tarafların eşitsiz toplumsal güçlerinden dolayı işçinin hukuku olması gereken iş hukuku günümüzde sadece kural açısından değil yargılama hukuku açısından da aşınıyor.

    Sosyal bilimcilerin aletleri kavramlardır. Kavramsız sosyal bilim olmaz. Ancak birer soyutlama olan kavramlar tarihsel ve toplumsal bağlamdan azade yansız sözcüklerden ibaret değildir. Dahası sosyal bilim hele de hukuk söz konusu olunca kavramlar, sözcükler, lafız ve imla işaretleri dahi ehemmiyet kazanır. Örneğin şu sıradan çalışma kavramını ele alalım. Bir yandan hayatımızın en uzun faaliyeti, en çok zamanımızı alan faaliyet öte yandan etimolojisi zorluk, zahmet olan bir kavram.[8] Çalışmanın zahmet ve zorluk gibi bir etimolojisi olması tesadüf değil. Ekonomik bağlamda çalışma ister siyasal ister iktisadi zora dayansın özünde zahmet ve zorluk demek oldu tarih boyunca. Çalışma zor ve zahmetli bir faaliyet olmasaydı çalışma sürelerinin kısaltılması işçi hareketinin bu kadar esaslı bir hedefi olur muydu?

    İş hukuku kavramları da masum ve yansız değil. Tarihsel, toplumsal bağlamları var. Bazen bir noktalama işareti, bazen bir bağlaç bazen bir ifadenin kullanımı çok şey ifade ediyor. Lokavtı anayasallaştıran 1982 Anayasası’nda “grev ve lokavt hakkı” değil “grev hakkı ve lokavt” ifadesinin yer alması lokavtı anayasallaştırıp ama ona bir hak demeye cüret edememeyi göstermiyor mu? Veya İş Kanunu’nun 2. maddesinde yer alan alt işverene devredilecek işlere ilişkin kullanılan “ile” ifadesinin “ve” anlamına mı yoksa “veya” anlamına mı geldiğine ilişkin yürüyen ve “bağlaçların sınıf mücadelesi” tartışması.[9] Anayasal temel bir hak olan grevde geçen işgünü için “grevde kaybolan işgünü” denmesi ve aslında bir grev yasağı mekanizmasının “erteleme” diye masumlaştırılması gibi. Kuşkusuz burada semantik bir tartışmadan değil esasa dair bir tartışmadan söz ediyorum. Kavramlar ve lafza dair tartışma semantik bir tartışmaya indirgenemez. Arkasındaki gerçeği anlamak lazımdır. O yüzden “iş hukuku”, “işçi hukuku”, “iş sağlığı”, “işçi sağlığı”, “işçi sendikası” ve “işveren sendikası” gibi kavramların anlam yükünü akılda tutmak lazım. Murat kitabının içeriği kadar adıyla da ana akımla ciddi bir hesaplaşmaya giriyor.

    Gelelim “iş hukuku kimin hukuku” meselesine, kitaba adını ve ruhunu veren meseleye! Çalışmanın/işin örgütlenmesi ve biçimi konusunda devasa değişiklikler yaşandığı, büyük teknolojik gelişmelerin işin biçimini ve örgütlenmesini köklü biçimde değiştirdiği görülüyor. Ancak bütün bu değişimlere rağmen çalışma ilişkilerinde köklü bir değişim yaşanmıyor. “Her şey değişirken değişmeyen ne” sorusu belki de değişim modasına karşı sarılmamız gereken en kritik soru. Üretim araçlarının (sermayenin) mülkiyeti ve işgücü arasındaki eşitsiz ilişki ve çelişki gücünü koruyor. En karmaşık ve sofistike üretim teknikleri ve iş örgütlenmeleri en banal ve vahşi çalışma ilişkileriyle el ele yürüyebiliyor. Meşhur deyimle yeni şişede eski şarap gibi! Dolayısıyla meydan okunması ve hesaplaşılması gereken iddia, çalışma ilişkisinin niteliğinin/özünün değiştiği iddiasıdır. Kaç sanayi devrimi yaşanırsa yaşansın ücretli emek ve sermaye ilişkisi asli yönünü koruyor. İşverenlerin işçileri kovmasının biçimleri değişiyor, evet. Artık WhatsApp mesajıyla, e-posta şifrelerinin iptal edilmesiyle, elektronik giriş kartlarının iptaliyle öğreniyor çalışanlar işten kovulduğunu. Nasıl işten kovma bildirimi tekniklerinin değişmesi iş güvencesi sorununun özünü ortadan kaldırmıyorsa iş biçimleri ve tekniklerindeki değişim de çalışma ilişkisinin özünü değiştirmiyor. Öngörülebilir bir gelecekte de değiştirmeyecek gibi görünüyor.

    Bir patronla tekil bir işçi arasındaki ilişki tipik bir güç eşitsizliği ilişkisidir. Güç eşitsizliği ve gücün temerküzü özgürlük ve adalet için en büyük tehlikedir. Güç temerküzü ve eşitsizliği iktisadi ve siyasi olarak iki biçimde ortaya çıkabilir. İkisi de özgürlük ve adalet için ciddi tehlikedir. İktisadi güç yoğunlaşması ve eşitsizliği kendini en bariz şekilde emek-sermaye ve sınıf ilişkilerinde gösterir. İktisadi güç eşitsizliği, servet ve gelir eşitsizliği kapitalizmle daha da belirgin ve vahim bir hâl aldı. Patronların sahip olduğu iktisadi güç onları işçiler karşısında biçimsel hukuki eşitlikle çözülemeyecek bir üstünlüğe ve ayrıcalığa kavuşturdu. Siyasal güç yoğunlaşması da aynı şekilde tehlikelidir. İktisadi güce sahip olanlar siyasi güce de hükmedebilecekleri için liberal demokrasi toplumsal eşitsizliklerin karşısında sessiz ve etkisizdir, dahası bunu doğal bulur.

    İşte iş hukukunun amacı ve varlık nedeni tam da burada ortaya çıkar. Biçimsel eşitlikle, sözleşmesel hukukun eşitlik varsayımıyla çözülemeyecek toplumsal eşitsizliklere müdahale ve işçiyi koruma ihtiyacından. İş ilişkisi kendi başına eşitsiz ve dengesiz bir ilişkidir. İşçi iktisaden zayıftır, nicel olarak çoğunluk olmasına rağmen örgütlü çoğunluk olmadığı için sermayenin siyasal etki gücüyle de baş etmesi mümkün değildir. Sermaye, siyaseti ve yasa yapımını da kontrol altına alabilir. Dolayısıyla iş hukuku diğer hukuk alanlarından farklı olarak eşit oldukları varsayılanlar arasındaki bir ilişki değildir.

    İş(çi) hukuku apriori olarak tarafların eşit olmadığını kabul eder ve onları eşitlemek için işçileri korur. Dolayısıyla yanlı/taraflı bir hukuk dalıyla yüz yüzeyiz. Borçlar hukukunun vazettiği akit tarafların eşitliği yaklaşımı iş(çi) hukukunda yoktur ve olamaz. O nedenle iş hukuku özünde işçinin hukukudur, işçiye özgülenmiş hukuktur. Nitekim erken cumhuriyet döneminde “işçi hukuku”, “işçi sağlığı” ve “işçi sigortaları” ifadelerinin kullanılması da maksadın bu olduğunu ortaya koymaktadır.

    Bu kullanımın erken cumhuriyet dönemi çalışma mevzuatının bireysel olarak işçiyi koruyucu ve liberalizme mesafeli yaklaşımıyla uyumlu olduğunu söylemek mümkündür. Kuşkusuz erken cumhuriyet döneminin toplu işçi hakları konusundaki otoriter tutumunu gözden uzak tutamayız. Ama bu bir başka kitabın konusudur.

    Öte yandan İngilizcede “labour law” veya “employment law” olarak kullanılan ve Türkçeye “iş hukuku” olarak çevrilen kavramın genel anlamda iş (business) ile alakalı olmadığı açıktır. İşletme, ticaret veya şirketler hukuku bu anlamda iş (business) hukuku olarak anılabilir. Dolayısıyla çalışma hukuku, ismiyle müsemma olduğu üzere işçi (labour) ile emek, çalışma (istihdam) ve işçiyle alakalı bir hukuk dalıdır ve işçi hukuku olarak adlandırılması gayet yerindedir. Şirketlere dair hukuk “şirketler hukuku” olarak adlandırılıyorsa işçilere özgü hukukun işçi hukuku/çalışma hukuku olarak adlandırılması pekâlâ mümkündür. Zorluk, “iş” kavramının Türkçedeki farklı ve bazen sınırlı kullanımından kaynaklanmaktadır. Business, work, labour ve employment gibi farklı sözcükler Türkçede çoğu kez “iş” kavramıyla karşılanmaktadır. Oysa spesifik kullanım açısından bir ayrıştırma mümkündür. Örneğin labour sözcüğü farklı bağlamlarda emek, işçi ve çalışma gibi farklı şekillerde çevrilebilmektedir. Türkçede “iş dünyası” veya “iş alemi” dendiğinde genellikle şirketlere, işletmelere ve sermayeye dair bir dünyadan söz etmiş oluruz. Belki de bu kavram karışıklığını gidermek açısından işçi hukuku kavramı daha yerinde olacaktır. Çalışma ilişkilerinde başka hatalı kavramsal kullanımlara da rastlanmaktadır. Bunlardan biri de “işveren sendikası” kavramıdır. 5018 Sayılı Kanun’dan bu yana literatüre yerleşmiş bu kavram, bir oksimorondur. Sendika (trade union) işçilere özgülenmiş bir örgütlenmedir. İşverenlerin örgütlenmelerine sendika denemez; dernek, birlik veya örgüt denir. Ancak yasa koyucunun 1947’de benimsediği bu oksimoron hâlâ kullanımdadır. Keza işletme literatüründe işçi yerine kullanılan işgören kavramı da benzer bir garabete örnektir. Kavramsal netlik ve açıklıkta ısrar etmek lazım. Çünkü kavramlar anlam yüklüdür. Çalışma ilişkileri alanında bu yük daha belirgin ve sınıfsaldır.

    İşçinin hukuku kavramsallaştırması akıllara “peki işverenlerin hukuku” sorusunu getirebilir. Kitabın ilerleyen sayfalarında ayrıntıları yer alan, sendikacı ve TİP Milletvekili Rıza Kuas’ın muhtemelen Anatole France’tan[10] esinlenerek 1967’de Meclis kürsüsünde söylediği sözler biçimsel eşitliğin ve “işverenlerin hakları” meselesinin özlü bir eleştirisidir: “Herkesin geceyi köprü altında yatarak geçirme hürriyeti vardır. Ama işverenler bu hürriyetlerini hiçbir zaman kullanmazlar.” İnsan hakları, işçi hakları, kadın hakları, engelli hakları, çocuk hakları, yaşlı hakları, hayvan hakları gibi çok sayıda hak kategorisi söz konusu iken “işveren hakları”, “mülk sahibi hakları” diye bir hak kategorisinin olmayışı tesadüf mü? Kuşkusuz burada spesifik bir grubun o gruba özgülenmiş haklarından söz ediyorum. Yoksa insan hakları bağlamında işverenler de birey olarak temel insan haklarına sahiptir. Ancak bir çıkar grubu veya toplumsal grup olarak “işveren hakları” kategorisinden söz edilebilir mi? Kanımca hayır! Çünkü hak/hukuk haksızlığa uğrayan, uğrama potansiyeli olan, korunması gerekenlere dair bir kategoridir. Tevfik Çavdar hocanın işçi eğitimleri sırasında pek veciz şekilde vurguladığı gibi “İşveren/sermayedar zaten hak küpünün üstünde oturmaktadır.” Sermayedar sınıfın asimetrik iktisadi gücü ve bu gücün ürünü olan siyasal gücü nedeniyle hukuk sistemi, mevzuat ve müesses nizam esasen sermayedar sınıfın çıkarlarını korur. Bunların karşısında korunması gerekenlerin haklarından söz edilebilir. Tüm bir hukuk sisteminin esasen koruduğu bir sınıfın, hâkim sınıfın haklarından değil, onlara karşı toplumun, çalışanların, yurttaşların korunmasından söz edilebilir. İşçi hukuku işte bu yüzden sermayeye ve onun gücüne karşı işçinin korunmasına vurgu yaptığı için isabetli bir kavramlaştırmadır.

    Tam burada Adam Smith’in erken kapitalizm döneminde dikkat çektiği işçi ve patronların toplumsal etki ve örgütlenmelerine ilişkin bir saptamayı hatırlamak yerinde olacaktır: [11]

    “İşçiler, elden geldiğince çok almak; ustalar [patronlar] ise, elden geldiğince, az vermek isterler. Birincileri, emek ücretini artırmak; ikinciler ise, bunu indirmek için, kendi aralarında birleşmeye yatkındırlar. Ustalar [patronlar] arasındaki birliklerin kulağımıza çalındığı pek olmaz da, sık sık, işçilerinkini duyarız, denilmiştir. Buna bakıp, ustaların, kendi aralarında pek seyrek birleştiklerini sanmak hem dünyayı hem sözü edilen sorunu bilmemektir. Emek ücretlerini oldukları kertenin üstüne çıkarmamak için, ustalar, her zaman her yerde, bir nevi zımni, fakat sürekli ve bir örnek, bir birleşme içindedirler. (...) Gerçekte, bu birliğin pek kulağımıza geldiği olmaz. Çünkü bu, kimsenin farkına varmadığı olağan işlerdendir; hatta denilebilir ki doğal durumdur. Bazı defa, ustaların, emek ücretlerini bu kertenin bile aşağısına indirmek için aralarında özel tertiplere giriştikleri olur.”

    Görüldüğü gibi işverenler sessiz ve derinden ama işçilerden çok daha etkin bir örgütlenme içinde olabilirler. Dolayısıyla “işverenlerin hakları” kavramı bağlamsız, tarihsel ve toplumsal içerikten yoksun yapay bir kavram olacaktır. Bu yüzden açıkça “işveren hakları” kavramına rastlanmazken veya bu kavram öne sürülemezken iş hukukunun işletmeyi de işi de koruması gereğinden, bunlar arasında bir denge kurması gereğinden dem vurulur. Murat kitapta bu iddiayla da güçlü biçimde hesaplaşıyor.

    Murat, ismiyle soy ismiyle müsemma bir insandır. Muradı olan, bir fikre bir ömür veren özverili, yaptığı işin hakkını veren insanlardandır. Murat’ın ömrünü verdiği fikir savaşsız ve sömürüsüz bir dünya fikridir, sosyal adalet ve eşitlik fikridir. Ancak bu sadece romantik bir tutum değildir. Uzmanı olduğu alanı en iyi şekilde bilme ve bu fikir uğruna kullanma çabasıdır da. Murat bu fikrine pek uygun bir alanda okudu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Tam da adalet ve eşitlik meselesinin odağında yer alan bir konuda çalışma hayatı ve çalışma hukuku alanında uzmanlaştı. Yüksek lisans ve doktora tezini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü’nde tamamladı. Mümbit bir alanda, sendikalarda çalıştı; eşitlik ve adalet meselesinin derin kökler saldığı mümbit topraklarda, bir sanayi kentinde, İzmit’te yaşadı. Mümbit bir alanda ve bölgedeki deneyimini bilimin imbiğinden geçirerek yazdı. Murat’la aynı dönemde İstanbul Üniversitesi öğrenciliği yaptık. Öğrenciliğimizde aynı idealler peşinden, birbirimizden haberdar olmadan koştuk. Sonra aynı alanda çalışmaya başladık, 35 yıldır aynı alanda, benzer zorluklarla boğuşup sosyal adalet için her gün ter dökmeye devam ediyoruz. O yüzden bu kitabı sadece bir sosyal politikacı, bir okur olarak değil, bir dost, bir yoldaş olarak büyük bir heyecanla bekledim. Bu kitabı heyecanla beklememin bir diğer nedeni de her zaman kerteriz noktası aldığım Murat’ın hukuksal yaklaşımını derli toplu bir arada, el altında bulundurma, bir eleştirel iş hukuku şerhine erişme imkanıdır.

    Murat’ın sözünü sakınmaz eleştirel tutumu, yorumları, tespitleri, yazdıkları ana akım tarafından görmezden gelinmeye çalışıldı. Doktorası bir süre geciktirildi! Üniversitede çok severek verdiği toplu iş hukuku ve sosyal güvenlik derslerini vermesine olanak tanınmadı. Ama Murat onlar ne derlerse desin kendi bildiği yoldan yürümeye devam etti. Bu kitap da bu inadın bir simgesidir. Sözünü sakınmadan kullanır, çünkü ayaklarını sağlam basar.

    Murat hukukun toplumsal yaşamla ve diğer bilimlerle bağına o kadar inanır ki Kapital’i ve Mukaddime’yi okumadan hukuk üstüne laf etmeyi kendine hak görmez. Günlük gözlemlerini ve vakaları yaratıcı ve diyalektik bir kavrayışla iş hukuku öğretisine aktarmayı başarır. İş hukuku onun anlatımında teknik bir süreç olmaktan çıkar, ete kemiğe bürünür. Yapısal ve kurumsal bir mesele değil kanlı-canlı yaşayan bir mesele haline gelir. Uzun ve derin deneyiminden süzülen vakalar, davalar, örnek olaylar teoriyle yaşamı birleştirir. Teorinin griliği onda yoktur, çünkü teori her daim yaşamın sonsuz renk tayfıyla birlikte vardır. Onun satırlarında işçilerin döktükleri teri, yaşadıkları haksızlığı, eşitsizliği hissedersiniz. Halk edebiyatından, türkülerden, yerel ağızlardan beslenen bir tarzı vardır. Deyişler, hikayeler eksik olmaz anlatımında. Sosyal güvenliği “Beni muhannete muhtaç eyleme” türküsüyle öğrenen öğrencinin bir daha bunu unutması; uygulamalı toplu pazarlık dersinde sendika kuran, müzakere eden, dersliğin kapısında greve çıkan öğrencinin bu deneyimi unutması mümkün değildir.

    Murat işçi eğitimciliğinde de üniversite de aynı yalınlıkta ve hayatın içinden bir dille iş hukuku anlattı, anlatıyor. Neredeyse bir ömürdür işçi hukukçusu ve işçi avukatı. Bunlarla beraber öğretim görevlisi, gazete yazarlığı, akademik dergi editörlüğü yaparak hukuk bilgisiyle, gündelik hayatı ve kuramı birbirine bağladı. Bu kitap bu geniş deneyim ve birikimin imbiğinden süzülenlerdir, bir Murat Özveri külliyatıdır. Bu kitapta anlatılan hepimizin hikayesidir.

    Murat’ın yoğun emeği ve kararlılığıyla hayat bulan Çalışma ve Toplum dergisi başlı başına ele alınması gereken büyük bir özverinin ve inadın ürünüdür. Çalışma ve Toplum bir yandan akademik ve bilimsel standartların gereğini yapmanın öte yandan işçinin hukukunu, eşitlik ve adaleti savunmanın mümkün olduğunu gösteren müstesna bir deneyimdir. Murat en zor zamanda, sevgili kızı Ceren’in hastalığı sırasında dahi Çalışma ve Toplum yayınını aksatmadı. Bu kitabın kaleme alınmasında Ceren’in hatırasının yaşatılması onun en büyük motivasyonu oldu. Bu devasa kitabın gelirinin aktarılacağı Cerenler Vakfı çok sayıda gencin yaşamına dokunarak Ceren’in hatırasının yaşatılmasına katkı verecek. Belki bu Murat için küçük bir teselli olacak.

    İş hukuku şerhleri hariç bu alanda yazılmış en kapsamlı ve en teferruatlı kitabı bir önsözde tanıtmak haddim değil. O yüzden kitabın içeriğinin tanıtımına bu önsözde girmeyeceğim. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki bu kitap iş hukukunu yeniden işçi merkezli, çalışan odaklı ve sosyal adalet teorisiyle birlikte ele almaya dönük eleştirel, özverili ve özenli bir çabadır.

    İş hukuku bu kitaptan sonra eski iş hukuku olmayacaktır. Hacmi korkutucu bu devasa kitabın öğretiye, iş hukuku uygulamasına, sendikacılara, öncü işçilere, iş hukuku ve sosyal politika öğrencilerine büyük yararı olacağı şüphesiz. Umarım ve dilerim ki kıymeti bilinir.

    Emeğine, aklına, yüreğine, sabrına sağlık Murat’ım!

    Prof. Dr. Aziz Çelik

    26 Eylül 2023, Üsküdar

     

     


    [1] Murat Özveri (tarihsiz), Kendini Arayanlar Ülkesinde İşçiler ve Bir Hukuk Devleti Masalı, Selüloz-İş Yayınları, İzmit.

    [2] Murat’ın doktora tezi Türkiye’de Toplu İş Sözleşmesi Yetki Sistemi ve Sendikasızlaştırma (1963-2009), adıyla yayımlandı: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Sosyal Politika Araştırma ve Uygulama Merkezi, Basım Legal Yayınları, İstanbul, 2013.

    [3] Marco Biagi (Ed.), İş Yaratma ve İş Hukuku - Korumadan Öngörülü Eyleme, Çevirenler: Zülfü DicleliAhmet Kardam, MESS Yayını, İstanbul, 2003. İroniktir; kitabın çevirmenleri Murat’ın ve benim eski yol arkadaşlarımızdır.

    [4] Şinasi Yeldan üstüne kapsamlı bir değerlendirme için bakınız: Berrak Burçak (2019), “1961-1971 Dönemi Türkiye İşçi Hakları Mücadelesinde İdealist Bir Hukukçu: Genç Avukat Şinasi Yeldan (19302017)”, Çalışma ve Toplum, 2019/1, ss. 27-38.

    [5] Murat Özveri’nin Ertuğrul Sakaoğlu’nun ardından yazdığı yazı: Ertuğrul Abi https://www.evrensel.

    net/yazi/73648/ertugrul-abi

    [6] John Reed (1976), Dünyayı Sarsan On Gün, Çeviren: Rasih Güran, İstanbul, Ağaoğlu Yayınları.

    [7] “Non perdiamo la trebisonda” https://www.metaprintart.info/varie/37006-non-perdiamo-latrebisonda/

    [8] Çalışma kavramının evrimi ve etimolojisi için bakınız Mesut Gülmez (2014), Çalışma Özgürlüğü ve Hakkı Açısından Emeğin Evrimi: Ulusal ve Ulusalüstü Hukuksal Boyutlar Üzerine Düşünceler, Sosyal İnsan Hakları Ulusal Sempozyumu IV Bildiriler Kitabı içinde İstanbul, Petrolİş Yayını, ss. 63-130

    [9] 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesinin altıncı fıkrasında geçen “veya asıl işin bir bölümünde işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde iş alan” ibaresiyle ilgili tartışmalar için bakınız Aziz Çelik (2020), “Bağlaçların sınıf mücadelesi” BirGün, 21.10.2010.

    [10] “Yasalar o muhteşem eşitliği ile zenginlere de yoksullara da köprü altında uyumayı, sokaklarda dilenmeyi ve ekmek çalmayı yasaklar.” France, Anatole (2013) [1894] Kırmızı Zambak, Çev: Nuriye Yiğitler, İstanbul, Kafekültür Yayıncılık.

    [11] Adam Smith (2008). Milletlerin Zenginliği, Çeviren: Haldun Derin, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, II. Baskı, 2008, ss. 72-74.


    GİRİŞ

    Tankınız ne güçlü generalim,

    Siler süpürür bir ormanı,

    Yüz insanı ezer geçer.

    Ama bir kusurcuğu var;

    İster bir sürücü.

    Bombardıman uçağınız ne güçlü generalim,

    Fırtınadan tez gider, filden zorlu.

    Ama bir kusurcuğu var;

    Usta ister yapacak.

    İnsan dediğin nice işler görür, generalim,

    Bilir uçurmasını, öldürmesini, insan dediğin.

    Ama bir kusurcuğu var; Bilir düşünmesini de.

    Bertolt Brecht

    Çeviren: Asım Bezirci

    Mardin Dara antik kentinde içine girilebilir, büyük bir kent kalıntısı bulunmaktadır. Gezenleri hayran bırakan Dara kentinin çok ilginç bir mezar odası vardır. Mezar odası kat kat yapılmıştır. En alt katta sıradan halkın, kenti kuran işçilerin, kenti kurarken ölenlerin naaşları yer almaktadır. Mezar odasındaki katların en üstüne ise yönetici ve asker sınıfının naaşları konulmuştur. Mezar odasına dev bir bacayı andıran, tavana kadar çıkıp yeryüzüyle bağlantısını sağlayan geçit yapılmıştır. Bu geçidin ne olduğu anlaşılınca mezar odasında yöneticilerin naaşlarının neden en üste konulmuş olduğu da ortaya çıkmaktadır. Dara antik kentini inşa edenlerin inancına göre, ölüler bir gün dirilip mezar odasından yeryüzüne çıkacaktır. Baca bu çıkışı sağlamak için inşa edilmiştir. Yönetici sınıfın naaşlarının en üstte yer almasının nedeni, diriliş anında öncelikle onların yeryüzüne çıkmalarına olanak tanımaktır. Yani, Dara antik kentinde inşa edilen mezar odası, ölümden sonra da yönetici sınıfın ayrıcalıklı konumunu yitirmemesine engel olacak bir şekilde inşa edilmiştir. Yaşarken kullandıkları imtiyazları ölüp de geri dirildiğinde de kullanmak isteyen yönetici sınıf, kenti inşa edenleri yaşarken ezdikleri gibi ölüp de geri dirilme anında da ezmeyi kendilerinde bir hak olarak görmüşlerdir.[1]

    Bu durum sadece Dara antik kentine özgü değildir. İnsanlığın yaptığı her büyük eserin bir yaptıranı, bir de yapanı olmuştur. Hayranlıkla izlediğimiz ve genellikle yaptıranların adlarını yaşatan eserleri izlerken, yapanlar genellikle akla gelmemektedir. Nasıl yaptıkları ve esere kattıkları ter, gözyaşı, kan görülmemektedir. Eser, yapanları değil yaptıranları yaşatmaktadır.

    Üstelik çalışma ve çalışanlar çok uzun süre aşağılanmış, çalışma özgür insanlara yakışmayan bir etkinlik olarak görülmüştür. Örneğin, Antik Yunan ve Roma’da çalışma ve çalışanlar küçümsenmiş, çalışma toplumdan dışlanma anlamına gelmiştir.[2] Sanayi devriminden sonra ise bir yandan çalışma kutsanmış, diğer yandan çalışanlar insanlık dışı çalışma koşullarına mahkûm edilmiştir.

    Bu kitabın konusu ise aşağılanma, toplumdan dışlanma, toplumun en altında görülme pahasına eserleri yapanlardır. Yaşamı var eden, adı sanı bilinmeyen, binlerce eseri canı pahasına inşa eden, yaşamın nimetlerinden ancak asgari ölçülerde yararlanabilip göçüp giden, mezarları da yaşamları gibi sade olan ve bir nesil sonra unutulanların hak ve hukuklarına odaklanılmaya çalışılmıştır. Bu nedenle kitaba, eser yaratanların hukukunun ilk ortaya çıktığı dönemdeki adı verilmiştir: İşçi Hukuku.

    Kitabın adını “İşçi Hukuku” olarak saptadığımızda, aslında incelediğimiz bu hukuk alanının adının başlangıçta “İşçi Hukuku” olduğunu, hatta ilk basılı “iş hukuku” kitabı olan ve Ali Fuat Başgil tarafından 1936 yılında yazılan kısa çalışmanın adının “İşçi Hukuku” olduğunu bilmiyordum.[3]

    Yaygın biçimde “iş hukuku” olarak kullanılan, kavram karmaşasına neden olmamak için bu kitapta da kullanmak zorunda kaldığımız “iş hukuku” adlandırmasının ise sonradan, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 1919 yılında kurulmasıyla ortaya çıktığını ve yaygınlaştığını da kitabı yazarken öğrendim.

    Gördük ki gerçekten de “Hafıza-i beşer nisyan ile malulmüş.” [İnsan hafızasının eksikliği unutkanlığıdır veya unutkanlık insan hafızasının kusurudur] Bu nedenle, birinci bölümde uzun bir özet halinde iş hukukunu tarihsel gelişimi içinde ele almaya çalıştım. Böylece bugün kullandığımız kavramların hangi koşullarda ortaya çıktığını, anlam ve içeriğini nasıl değiştirdiğini izlemek, kavramları oluşum süreçleri içerisinde anlamak ve anlamlandırmak istedim. Bu bölümde çok büyük ölçüde bundan önceki araştırmalardan yararlandım. Halk ozanı Muharrem Ertaş’ın söyleyişiyle, bize miras kalan araştırmaları, sözleri, yapanları saygıyla anarak, onların sözlerini “havalandırmaya” çalıştım.[4]

    Kitabımızda yazım tutarlılığı sağlamak için Türk Dil Kurumu ve Dil Derneği’nin çevrimiçi ve basılı sözlüklerinden yararlanılmıştır. İş hukukunda kullanılan kavramların akademide, basında ve diğer yazılı iletişim kanallarında farklı yazılışı göz önüne alınarak, sözcük anlamlarının yanı sıra iş hukuku alanındaki bilimsel çalışmalardan da yararlanılarak kavramsal anlamları doğrultusunda yazılmaları tercih edilmiştir.

    Kitabımızın bütününde “kanun” yerine “yasa” denilmesi tercih edilmiş, ancak yasanın resmi adının geçtiği yerde “kanun” denilmiştir.

    Alıntılarda hiçbir yazım düzeltmesi yapılmamış; metin, alıntı kaynaktan alındığı şekliyle korunmuştur.

    Kısaltmalar, kelime olarak okunur bütünlük taşımadığı sürece kısaltılan harflerin okunuşuna göre ek almıştır.

    Kitabımız tarihçe bölümü dahil yedi bölümden oluşmuştur. Tarihsel bölümü takip eden ikinci bolümde iş hukukunun temel kavramları ele alınmıştır. Üçüncü bölümde işçinin haklarıyla işverenin yükümlülüklerine yer verilmiştir. İşin düzenlenmesi ve çalışma hakkı dördüncü bölümde, iş sözleşmesinin sona ermesi ve sona ermenin sonuçları beşinci bölümde, feshin yargısal denetimi ve kıdem tazminatı altıncı bölümde, çalışma yaşamının denetimi, arabuluculuk ve iş yargılaması son bölüm olan yedinci bölümde ele alınmıştır.

    İş hukuku çoklu bir disiplindir. Ekonomi, sosyoloji ve doğal olarak hukuk bilimleri iç içe geçmiştir. Kitapta, hemen her kural tarihsel gelişimi içerisinde oluşum süreçleriyle ele alınmaya çalışılmıştır. Olanaklı olduğu ölçüde uluslararası hukuka başvurulmuştur. Kavramlar bu çerçevede ele alınmış, geçirmiş olduğu dönüşümler özetlenmiş, kavramların güncel hali öğreti ve Yargıtay kararları ışığında tartışılmıştır. Yargıtay kararları ilgili olduğu konu boyutuyla verilmiştir. Bu nedenle aynı kararın değişik bölümleri ilgili olduğu yerlerde ayrı ayrı verildiği için, aynı karara bazen birden fazla konuda değinme zorunluluğu doğmuştur.

    Otuz iki yıldır iş hukuku alanında çalışan bir hukukçu olarak, somut olay örneklerine yer verilmemesini düşünemezdim; somut olaylar örnek olarak ve çerçeve yazılar içinde genel anlatımı bozmamaya çalışılarak aktarılmıştır.

    Belirtmeliyiz ve vurgulamalıyız ki, kimi temsil ettiğinden bağımsız olarak her iş hukukçusu iş hukukunda taraf olmak zorundadır. İş hukukçusunun işçiyi koruma ilkesi başta olmak üzere, iş hukukunun tüm temel ilkeleri yanında taraf olması, iş hukukunun varlık nedeninden kaynaklanan bir yükümlülüktür. Bu nedenle, iş hukukunun temel ilkelerinden yana, dolayısıyla işçinin haklarını gerçekleştirme doğrultusunda taraf olmayan iş hukukçusunun yükümlülüklerini tam olarak yerine getirdiğini de söylemek olanaklı değildir. Unutulmamalıdır ki iş hukuku insanın doğaya etkide bulunarak eser yarattığı günden bugüne kadar, bu eseri yaratanları korumayı konu edinmiş, sadece bu nedenle var olmuş tek özgün hukuk disiplinidir.

    Diğer yandan iş hukuku bir uzlaşmanın ürünüdür. Sistem içi kurallar bütünüdür. Bu yanıyla düzeni değiştirmek, insanın insanı sömürmesini ortadan kaldırmak gibi radikal hedefleri yoktur. Aksine iş hukuku insanın insanı sömürdüğü kapitalist düzenin en alttakilere bir nefes alma olanağı vererek sürdürülmesi için sömürenlerin katlandığı, katlanmak zorunda kaldığı kurallar bütünüdür. İş hukukunun böyle bir uzlaşmanın ürünü olması, iş hukukunun işçiyle işveren arasında denge sağlamak için var olan bir hukuk alanı olduğu anlamına gelmemektedir. İş hukukunu denge kavramı içerisinde ele almak iş hukukunun varlık nedenine ters düşen bir yaklaşımdır. İş hukuku, kapitalist sistemin sınırlarını zorlayabildiği kadar çok zorlayarak işçiyi korumak için vardır. Uzlaşma, işçi ve işveren arasında denge sağlanmasında değil, işçinin korunması konusunda sağlanmıştır. İşçilerin örgütlü güçlerinin zayıfladığı, sermayenin kendini güvende hissettiği her tarihsel kesitte iş hukukunun koruma amacı, denge kavramı üzerinden sözcüğün tam anlamıyla sulandırılmakta, erozyona uğratılmaktadır. Bugün iş hukuku, işverenlerin toplumda güçler dengesini kendilerinden yana görünce etkisizleştirmeye çalıştığı, kurallarının ve ilkelerinin esnetildiği, işçisiz iş hukukunun yaratılmaya çalışıldığı bir sürecin içerisindedir.

    İşçilerin üretimden hak ettiği payı aldığını, çalışma koşullarının iyileştiğini, işçilerin iş yasaları aracılığıyla korunma gereksiniminin kalmadığını söylemek ise olanaklı değildir. Bir yandan ekonomilerin iş yaratma hızının yavaşladığı, işlerini kaybeden işçilerin yeni iş bulmakta zorlandığı, istihdam güvencesinin ciddi anlamda erozyona uğradığı, işsizliğin yarattığı baskı nedeniyle işçi ücretlerinin düşürülmesine, işçinin daha kötü çalışma koşullarına rıza göstermek zorunda kaldığı bir süreç işlemektedir. Diğer yandan ise işçilerin emek üretkenliği artışının çok gerisinde kalan ücret artışları yaşanmaktadır. Nitekim, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı OECD üyesi ülkelerde emek üretkenliğinin yılda yüzde 1,5 oranında artmış olmasına karşın, 1995 ile 2013 yılları arasında ortalama reel ücretlerin sadece yüzde 0,8 artmış olduğu belirtilmektedir.[5] Reel ücretlerde yaşanan düşüşler 2022 ve 2023 yılında sürmüştür. OECD üyesi ülkelerde enflasyon karşısında reel ücretlerin eridiği ve düştüğü görülmüştür. OECD üyesi 34 ülkeden 30’unda 2023’ün ilk çeyreğinde yıllık reel ücret artışının negatif olduğu ve reel ücretlerde ortalama %3,8’lik düşüş yaşandığı vurgulanmıştır.[6] Üstelik işçiler her ekonomik krizin bedelini daha fazla hak kaybı yaşayarak ödemek zorunda kalmaktadır. İşverenler ise yapısal hale gelen işsizliğin baskısından yararlanmakta, ekonominin iyileşmesi için işçinin korunmasından vazgeçecek veya korumayı etkisizleştirecek yasal düzenlemeler için siyasi iktidarlar lobicilik yapmaktadır. İşsizlik, büyüyen kayıtdışı istihdamın ve atipik istihdamın yaygınlaşmasını beraberinde getirmiştir. Ortaya bir kısır döngü çıkmıştır. İşsizlik atipik istihdama, atipik istihdam güvencesiz çalışmanın yaygınlaşmasına, güvencesiz çalışma koruma mevzuatının işçi aleyhine aşınmasına neden olmaktadır. İşçilerin korumasız kalması bu kısır döngüyü yapısal hale getirmektedir. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) 2023 küresel tahminine göre ise küresel işsizlik oranı 2023 yılında yüzde 5,8 olacaktır.[7] İşsizlik, OECD üyesi ülkelerde Mayıs 2023’te yüzde 4,8, AB üyesi ülkelerde Mayıs 2023’te yüzde 5,9 olmuştur.[8]

    Diğer yandan, işsiz kalınca geçimini sağlamak için kendilerini bir an önce iş bulmak zorunda hisseden işçilerin ücret ve sosyal haklarından ödün vermeyi kabul etmek zorunda kaldıkları belirtilmektedir. Nitekim, ILO verileri dayanak gösterilerek, 2015 yılında küresel düzeyde işgücünün yalnızca yüzde 26’sının “tam veya yarı zamanlı olarak herhangi bir türde sürekli istihdama” sahip olduğu, geri kalan yüzde 74’ünün geçici iş sözleşmeleriyle veya kayıtdışı, gerçekte işverene bağımlı çalışırken kendi nam ve hesabına çalışıyormuş gibi gösterildiği vurgulanmıştır.[9] Üstelik, güvencesizlik işçilerin örgütlenerek hak aramalarının önünde de ciddi bir engel haline gelmiştir. Bir başka anlatımla güvencesizlik arttıkça, örgütlü hak arama süreci de zayıflamaktadır. Bu zayıflamayı sendika yoğunluğu rakamlarından izlemek olanaklıdır. OECD üyesi ülkelerde 1985 yılında yüzde 30 olan sendika yoğunluğu, 2016 yılında yüzde 16’ya düşmüştür. Aynı dönemde toplu sözleşmeden yararlanan işçilerin oranı yüzde 45’ten yüzde 32’ye gerilemiştir. Küresel sendika yoğunluğunun ise 2014 yılında sadece yüzde 7 olduğu vurgulanmıştır.[10] Sendika yoğunluğu 2019 yılına gelindiğinde ise yüzde 15,8’e gerilemiştir.[11] Diğer yandan OECD üyesi ülkeler içinde 2022 yılında geçici iş sözleşmesiyle çalışanların oranı, toplam istihdam içinde yüzde 11,3, AB üyesi ülkelerde ise ortalama yüzde 14 olmuştur.[12]

    OECD üyesi ülkeler içinde 2022 yılında part-time (yarı zamanlı) çalışanların oranı ise toplam istihdam içinde yüzde 16,1, AB üye ülke ortalamasında yüzde 14,5’tir.[13] Toplu sözleşmeden yararlanan işçilerin oranı 2016 yılında yüzde 45’ten yüzde 32’ye düştükten sonra artmamıştır. Gerçekten de 2019 yılında, aradan üç yıl geçmiş olmasına karşın, toplu sözleşmeden yararlananların oranı yüzde 32,1 düzeyinde kalmıştır. [14] ILO verilerine göre ise 2019 yılında çalışanlar içinde sendika yoğunluğu yüzde 16,8 olmuştur. [15]

    Tüm bu sürecin işçilerden yana dönüştürülmesi, işçilerin güvencesizlik cenderesinden çıkmaları, işverenlerin güvencesizlikten yararlanmalarının engellenmesi etkin bir iş hukukunun varlığını gerektirmektedir.[16] Bu nedenlerle iş hukukunun koruma amacının erozyona uğratılmasına iş hukukunun temel ilkelerini ön plana çıkararak itiraz etmek gerekmektedir.

    Bu kitap bir tek cümleyle belirtmek gerekirse, işçisiz iş hukukuna itiraz çabasıdır. İş hukukunu gerçek amacıyla uyumlu var etmeye çalışanların itirazlarına bir nebze olsun katkı sağlarsa, çalışma amacına ulaşmış olacaktır.

     


    [1] Bugün Mardin il sınırları içerisinde yer alan Dara antik kentinin kuruluşu ve konumu için Mardin Valiliği şu bilgileri vermektedir: “Dara ismi ve kuruluşu hakkındaki en eski kaynak, M.Ö. 1. yüzyılda yaşamış olan Gnaeus Pompeius Trogus’un yazdıklarıdır. Gnaeus Pompeius Trogus’un kitabı ve içindekiler hakkındaki derlenmiş bilgiler, MS 3. yüzyılda yaşamış Romalı tarihçi Iustinus Frontinus tarafından ‘Epitome Historiarum Philippicarum PompeiiTrogi’ adlı kitap ile günümüze gelebilmiştir. Iustinus, Dara hakkında bize şu bilgileri aktarmaktadır:

     ‘…Arsakes Parth devletini kurdu, askerler topladı, kaleler inşa etti ve kentlerini güçlendirdi. Zapaortenon (Masius=Turabdin) Dağı’nda Dara diye adlandırılan bir şehir kurdu ki, hiçbir yer bu yerden daha güvenli veya daha hoş olamazdı. Çünkü savunulmasına ihtiyaç duyulmayan, pozisyonu güçlü dik kayalar ile kuşatılmıştı ve bu yerin etrafındaki bereketli topraklarından elde edilen ürünleri depolanıyordu. O kadar bol miktarda akarsu ile beslenen kaynaklar ve o kadar çok ağaç vardı ki bir avın takibinin tüm hazları ile doluydu’. …Mardin’in 30 km güneydoğusunda, Nisibis’in (Nusaybin) 20 kilometre batısında, Suriye sınırına yaklaşık 10 kilometre mesafede yer alan Dara Antik Kenti, coğrafi olarak Mezopotamya Ovası’nın bitip Tur Abidin Dağları’nın başladığı yerde konumlamaktadır. Kireçtaşı ana kaya üzerine kurulan kent, ortasında Antik Çağ’da “Cordis” olarak adlandırılan, günümüzden yirmi yıl öncesine kadar aktif olan bir derenin, her iki yanında yer alan kalıntılardan oluşmaktadır.” http://www.mardin. gov.tr/dara-antik-kenti İ.T.18.07.2023.

    [2] “Belirtmek gerekir ki çalışmanın aşağı görülmesinin sebebi, bu faaliyetlerin kadınlara ve kölelere özgü olması değildi. Tersine, çalışma zaten özü itibariyle hor görüldüğü için kadınlara ve kölelere ayrılmıştı. Daha açık bir ifadeyle, yaşamı sürdürmek için yerine getirilmesi gereken zorunluluklar, doğaları gereği kölece oldukları için hor görülmüştür. Özgür yurttaşlar bu zorunlulukların kölesi olamayacakları için, bu zorunluluklara hükmetme yolu olarak kölelere hükmetmeleri gerektiğine inanmışlardır. Bu bakış açısıyla kölelik kurumu meşrulaştırılmış ve doğal karşılanmıştır.” Selcan Peksan, Çalışmanın Evrimi ve İşin Sonu, Ankara, İmge Kitapevi, 2021, s. 48.

    [3] Bu konuda bir sohbet sırasında bizi uyaran ve bu önemli bilgiye ulaşmamıza vesile olan değerli hocamız Prof. Dr. Mesut Gülmez’e teşekkür borçluyuz. Her zamanki gibi ufkumuzu genişletmiştir. Minnettarız.

    [4] Halk ozanı Neşat Ertaş, babası ve ustası ozan Muharrem Ertaş’a neden türkü bestelemediğini sorduğunda Muharrem Ertaş’ın verdiği yanıtı şöyle anlatmıştır: “Baba dedim ‘Sen neden kendin beste yapmıyorsun türkü yazmıyorsun?’ ‘Oğlum,’ dedi ‘Ozanlar birbirinin devamıdır. Eğer benim demek istediğimi benden evvel gelip giden bir ozanımız yazmış gitmiş ise bana o bir miras bırakmıştır, saygıyla anarak onun sözlerini havalandırırım’ dedi…” https://www.perspectivedergisi.com/single-post/2019/05/18/ g%C3%B6n%C3%BClden-g%C3%B6n%C3%BCle-ne%C5%9Fet-erta%C5%9F İ.T. 21.01.2023.

    [5] Aaron Benanav, Otomasyon İşin Geleceği, Çev. Diyar Saraçoğlu, İstanbul, Nota Bene Yayınları, 2021, s. 77.

    [6] OECD Employment Outlook, “Labour Market And Wage Developments In OECD Countries 11  Temmuz 2023”,  OECD-Ilibrary https://www.oecd-ilibrary.org/sites/08785bba-en/1/3/1/index.html?itemId=/content/publication/08785bba-en&_csp_=9f4368ffe3fc59de4786c462d2cdc236&itemIGO=oecd&itemContentType=book. İ.T. 24.07.2023.

    [7] ILOStat, “Unemployment Rate 2023”, https://ilostat.ilo.org/ İ.T. 24.07.2023.

    [8] OECDData, “Unemployment Rate 2023”, https://data.oecd.org/ İ.T. 24.07.2023.

    [9] Bu kısır döngü ve aslında standart dışı çalışmanın hâkim çalışma biçimine dönüştüğünü Benanav şu sözlerle özetlemektedir: “Bu bağlamda, ‘standart dışı istihdam’ terimi açıkça bir yanlış adlandırmadır: dünyanın çoğu insanının yaşadığı bölgelerde, hiçbir zaman küresel bir gerçeklik haline gelmeyen, yirminci yüzyılın ortalarındaki tam istihdam rüyasının kalıntısı. Bunun pratikte anlamı, -korunan çalışanların küçük bir azınlığı dışında- dünyanın dört bir yanındaki işçilerin kendilerini emek talebinin gelgitlerine yüksek oranda maruz kalmış bulmalarıdır. Emek talebinin genel olarak düşük olduğu bir çağda, pek çok işçi mevcut işini kaybederse yenisini bulmakta zorlanacağından korkar, çünkü zaten onlar gibi -aynı beceri ve yeteneklere sahip- işsiz, istediği işi bulamayan veya iş arayan pek çok işçi vardır. İş güvencesizliği ile karşı karşıya kalan bu işçiler, nispeten durgun ücretleri ve kötü çalışma koşullarını kabul etmek zorunda kalıyorlar.” Benanav, 2021, s. 78-79.

    [10] Benanav, 2021, s. 88.

    [11] OECDData, “Temporary Employment 2023”, https://data.oecd.org/ İ. T. 24.07.2023.

    [12] OECDData, Part-Time Employment 2023, https://data.oecd.org/ İ.T. 24.07.2023.

    [13] OECDStat, Trade Union Dataset 2023, https:// stats.oecd.org İ.T. 24.07.2023.

    [14] OECDStat, “Collective bargaining coverage 2023”, https:// stats.oecd.org İ. T. 24.07.2023.

    [15] ILO, Social Dialoque Report 2022, Geneva.

    [16] “Şirketlerin, sefilleştirici çalışma biçimleri yaratmak için gelir güvencesi olmayan işçilerden yararlanmalarına izin verilmesi, her ülkenin emek koruma yasalarının gücüne bağlıdır.” Benanav, 2021, s. 86.

© 2019 - ÇALIŞMA VE TOPLUM DERGİSİ